28 Ocak 2009 Çarşamba

Yürümekle Yollar Aşınmaz

erdal ‘ne güzeldi, iki katlı beyaz badanalı evimiz’ diye usundan geçirdi. küçüklüğümüzde, o zamanlar bize dev gibi gelirdi odalar ve balkonlar, hele evin ve komşuların bahçeleri derya gibiydi. sağımızda bediaların, yukarıda, karabulutların hasan’ı, diğer tarafımızda, nesrinlerin bahçeleri. etraftaki ağaçların dalları, küçük bedenimizin çekip, katlanırdı her birimize. kiraz ağacının en tepelerini seçer, kulağımıza takıp, gülüşürdük. yazın gelmesini iple çekerdik. her birimizin bahçesindeki büyük variller içindeki suya dalıp serinler, şaşkın ördekler gibi kurulanırdık güneşin sıcaklığında. yaratıcıydık o zamanlar. bu günün oyuncaklarına hiç benzemiyordu. telden araba yapmak, tahta ve tornet tekerleğinden kendi imalatımız olan, şimdilerin skotır dediklerine binerdik. en hoşta müsamerelerimizdi. gök kuşağı rengindeki gramofon kağıtlarından yaptığımız kolonyaları misafirlere dökerdik. hele hele, doktorculuk oyunu, cinselliği tanımamızda yardımcı olan oyunlarımızdandı. mahallemize gelen incik boncuk satan satıcıların peşine sümüklerimizin akmasına aldırış etmeden koşuşturur, satıcıların kovalamasını oyun zannedip kaçışırdık. destancılar ellerindeki megafonlarla basılmış destanları okur. sonra da ağlattığı müşterilerine beş kuruşa satarlardı. Çok hoştu gecekonduda yaşam, önce özgürlük ve yaratıcılık demekti. Şimdiki çocuklar gibi, sıkışmış binalar arasında oynamıyorduk. boş arazilerde, ekran denen teknolojinin olmayışını kutluyorduk. sokaklarımız alabildiğine çamurdu. kış geldiğinde, ayakkabılarımızın sert çamurların içinde saplanıp kalması belki güçtü ama, her güzelin bir kusuru misali yine de mutluyduk. okulumuz, evimize uzaktı tozlu yollarda. yazın gelmesini de iple çekerdik. bir başka açardı erik, kiraz ve elma ağaçlarının tomurcukları. en çok beklediğimizde, üzerinden inmediğimiz ve mutlu olduğumuz kiraz ağacıydı. o bizim özel ağacımızdı. yükseklerde olmak bir başka duyguydu. evimizin arkası gölgelikti. beş taşı ve cız oyunlarını burada öğrenmiştim. pencerelerimiz demirden fakat boyasızdı. İşte bu pencerede ‘tarzan’ adını verdiğimiz köpeğimiz, kalın zincirine bağlıydı. ben küçük, o ise, bana göre çok iriydi. Üstüne biner beni gezdirirdi. Şimdilerde, hangi çocuk o yaz gecelerinin tatlı sıcağında ay ışığı ve yıldızların cıvıl cıvıl olduğu gök yüzünde, sinema seyretmiştir.? bir başka olurdu açık hava sineması, on beş dakika aralarını iple çekerdik. babamın alacağı, ardı ardına patlayan gazoz şişelerinin asitleri içimizi yakardı. sinema salonunun sandalyeleri tahtadan ve tellerle birbirine bağlı uzunca ve sıra sıraydı. sandalye altlarındaki taşları beş taş oynamak için toplardık. sigara dumanları arasında ‘ezo gelin’in yerdeki sürünmelerini seyreder, yıldıray Çınar’ın yanık türkülerini dinler. kötüleri yuhlar, kahramanları da alkış yağmuruna tutardık. gecekondu da komşuluk ilişkileri başkaydı. oyunlarımız gündüzlere bile sığmaz, geceleri, kah karabulut amcalara, bazı gecelerde , bedia’nın babası, şişman meliha teyzenin eşi, koyu beşiktaşlı ahmet amcalara, gidilir. bazı gecelerde, bizim geniş balkonda çaydanlığın fokurdayan sesiyle sohbet edilirdi. biz çocuklarda, gecenin karanlığına ve bahçenin aralarında dolaşan böcek ve kurbağa vıraklamalarına aldırış etmeden saklambaç oynar enerjimizin doruklarına ulaşırdık. yorgun düşen bedenlerle gecenin hakkını verip, kedi gibi kıvrıldığımız yerde uyuyakalırdık. banyoların küvet ve alafrangalığını bilmez, yazın bahçeye kurulan geniş teneke leğenin içinde tüm çıplaklığımızla, suyun içindeki sabunun kayganlığı ile oyun oynar, su sıçratmalarımızla, annemizin şakadan şaplaklarını bacaklarımızda hisseder, gülücükler arasında paklanırdık. ne güzeldi komşuluklar. yemekler ve börekler paylaşılırdı. komşularımızdan gelen dolu tabaklar, boş olarak geri gönderilmezdi. kışa, onlarla hazırlanılır, birlikte el atılırdı odun ve kömürlerin yüküne. yazın, salçanın en koyusu, tarhananın en lezzetlisi hazırlanırdı. Şimdilerdeki sünnet düğünleri nasıl oluyor dersiniz? Çocukluğumun sünnet düğünü, unutamadığım, ağlamam ve gülmelerimdi. bahçemizin genişliği onlarca komşumuzu bir arada görebilmenin keyfini yaşamıştım. babamın getirttiği saz heyetinin cümbüşlüğü ise, bir harikaydı kulaklarda. kesilen tavuk ve yapılan kazan dolusu pilav, bir orduyu doyuracak kadardı. limonatanın, uzun, sarı ve etrafı kırçıllı bardaklardaki tadıysa bambaşkaydı. gelen hediyeler uzaktan kumandalı olmasa da, bana çok yakın ve sıcaktılar. oyun, toplanma yerimizdi, kiraz ağacının gölgesi ve öğlenden sonraları sıcaklığın ardında kalan arka bahçemizde, şap betonun sertliğini kilimle yumuşatırdık. kız arkadaşlarla evcilik oynar, büyüklüğümüzün ve hayatımızın temelini, o zamanlar atardık. Çocukluk aşkımdı, sümüklü, beyaz tenli, kısa sarı saçlı betül. tüm iltifatları ona yağdırır, o da kafasını omuzlarına düşürüp, mahcubiyetiyle bana gülümserdi. ona, kümes tellerinden tahta üstüne saz yapar, sonrada serenat yapardım etrafında. bisiklet nedir bilmez ama komşumuz kezban teyzenin, yıllardır almanya’da kalan eşinin, gönderdiği patenlerle yalnızca, evimizin etrafına dökülen düz beton üzerinde kayarak eğlenirdik. evimize yakın yerlerden gelen cinayet haberleri destanlara konu olmasına bir türlü anlam veremezdim. İnsanın birbirini öldürmesini. nelerin olup bittiğini öğrenmek için, polis arabalarının renkli ışıklarının cıyaklamaları arkasında koşuştururduk. kulaklarımın duyduğu kadarıyla, kabadayıların dolaştığı ve onların yüzünden bu cinayetlerin olduğuydu. türk filmlerinin karakter kötü oyuncularını andıran, kel kafasında eskimiş bir kasketi, şişman, aşağıya doğru sarkmış göbeği üstündeki ablak suratı, eskimiş meşin yeleği ve her gün giymekten, sağı solu yırtık pantolonlu komşumuz, ‘ciğerci halil’ amcanın, karısına sinirlenip, kulaklarını doğradığını duyduğumda bir daha onların evlerinin önünden geçmek cesaretini bulamamıştım. mahallemiz, 1965 yıllarında şehrin uzaklarında yeni kurulan bir varoştu. sokaklarımızda asfalt yoktu ama siyasi partilerin at ve altı ok bayraklar her tarafı süslerdi. Çevremizdeki boş arazilere, her geçen gün mantar gibi evlerin bitmesiyle sabah kalktığımda yeni bir komşumuzla tanışırdık. evlerimizin etrafı şantiye gibi, taş, kum, harç ve su varillerinin yanı başındaki kazma kürek seslerine kulak verirdik. harçlar duvarlara yapıştırılırken, zabıtalardan korunmak için örtüler gerilirdi. İçme suyu, en büyük sorundu ki, babam, at arabasıyla su satan ali amcanın, teneke suyundan alırdı. sucu amcamız artık bizden birisiydi. esmer, gözleri yeşil ve çakmaktı. avurtlarının çöküklüğü çok sigara içmesinden belliydi. kuru yüzünün arkasındaki ensesinin ilginçliğine bakmadan yapamazdım. dilimlenmiş, fil derisi pürüzlüğünde tırtıklıydı. babamla sohbetinde, yer minderi üzerine oturur, samandan yapılmış, koyu rengin hakim olduğu, kalın koltuk kumaşlarından yapılmış yastığa gerildiğinde, bacaklarının birini uzatıp, diğerini de karnına doğru çekerek, annemin uzattığı çayı, dizinin zirvesine koyup, hiç dökmeden içerdi. en sevdiğim komşumuz, akranım bedialardı. fahriye abla, siyah puantiyeli, japone kolluydu. diğer ablası ise uzun eteğini üstünden hiç çıkartmayan nesrin ise, tombul yanaklarımı sıkarak, canımı acıtırcasına çok severlerdi. babası, evin içini siyah beyazla donatmıştı. pencere kenarında, beyaz atletinin arasından fışkıran beyaz kıllarına ve mavi pijamasına rağmen hemen yakınında bulunan üzerini siyah beyaza boyadığı radyosunun yeşil lambalığında maçını dinlerdi. laf kalabalığı yapan spikerin söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. yalnızca ara sıra anladığım “goooooollllll…..\" sesine ahmet amcanın havalara sıçramasıydı. ramis amcamın evi bizden biraz uzaktı ama çoğu günlerde onlarda olurduk. oğlu, seyfettin ağabey, bana kızak ve oyuncaklar yapar beni mutlu etmek için elinden geleni yapardı. küçük kızları sülün ise oyun arkadaşımızdı. evleri açık hava sinemasının hemen yanı başında olması bizim için bir avantajdı. Çoğu zamanlar, evlerinin önüne kurulan çardağın altındaki masadaki metal sürahilerin soğuk damlacıkları ve taze ekmeğin çıtırlığında yemeklerimizi yerken, artistlerin bacak kısımlarını göremesek de yüzlerini seçerek filmleri beleş seyrederdik. sarı ampulün etrafında dolaşan, ve ötüşen böceklere aldırış etmeden. mor ve kırmızı renkli zambak çiçeklerinin, akşamları dudağı sarkan çocuklar gibi sönüşlerine üzülür, tekrar gülücük zannettiğimiz açılmalarını izlemek için sabah olmasını dört gözle beklerdik. gece dönüşlerimizde, tozlu sokakta lambanın olmayışı bizi ay ışığının aydınlığına mahkum ederdi. gecelerini bir başka severdim, gündüzleri olduğu kadar. geceleri elektriklerin sürekli kesilmeleri, uzun olduğu için lüks lambası evimizin en önemli eşyasıydı. onun altında karanlığın tadını çıkartır, yeni oyunlar bulurduk. karanlıktı bizim aile bütünlüğümüzü sağlayan. toplandığımız odamızda aile sohbetlerinin gülüşmelerinde, masal ve fıkraların anlatımlarında kendimizden geçerdik. radyo’nun sesi, karanlıkta başka zevkliydi. tiyatroyu, hayal ederek yaşamı canlandırır, babamın kullandığı jop marka jiletini ve ziraat bankasının reklamlarının çığırtkanlığını küçücük kutu içinde işitirdik. arap bacının, orhan boran’ın skeçlerini zevkle dinlerdik. ahhh!... meliha teyzem ah!... kim bilir şimdi nerelerdesin? aman allah’ım o ne kiloydu?!... geniş suratının üstündeki gülen gözleri, afacan ve bir o kadar da şakacıydı. yatak odalarındaki sarı pirinç yatağının köşelikleri ilginçti. sarı başlıklarını çıkartıp, oynamaya başladığımda, beni şakadan altına alır, üstümdeki koca bedenden nasıl kurtulacağımı çoğu kez altıma işeyerek sonlandırırdım. katıl katıla gülmesinin arasında parlayan altın dişleri çok hoştu. Çocukluğumuzdan arda kalan gençliğe ilk adımlar, dünya batmış hiç umurumuzda olmadığımız yıllar. gecekondu serüveninin bittiği bir kamyon üstündeki eşyaların, süngü bayırı sokağına yıkılışında kamyonun üstünden görünen binaların büyüklüğü ve düzenli oluşu bir başka heyecan vericiydi. altı katlı sarı binanın mermer tabelasında, 1957 yılı, yani ablamın doğum tarihi ile “ levent“ yazmasını babama sorarak ne anlama geldiğini ancak öğrenebilmiştim. apartmanımız, adı gibi uzun boylu ve yeniydi. altıncı kat sanki gökle birleşmiş, aşağıya baktığımda gecekonduda gördüğüm büyük insanlar küçücüktü. komşularımız, gecekondudaki gibi, sere serpe dağınık değildi. boydan boya her merdiven başındaki birbirine benzer beyaza boyanmış kapıların üstündeki numaraların ardında bize daha yakındılar. evimizin odalarında yürümek cesaret isterdi. her şey durağandı. koşmak, gürültü yapmak yasaktı. adımlarımız evin içinde çok dikkatli ve annemin uyarılarıyla daha dikkatliydik. her seferinde, apartmanda oturduğumuz ve buralarda gürültü yapılmayacağı kirazlar gibi kulaklarımıza küpe olmuştu. eşyaların yerleştirilmesiyle, gecekonduda yıllardır üstünde yemeğimizi yediğimiz tahta ve sarıya boyanan masamızın köhneliği ancak balkonumuza yakışmıştı. İşte tüm sermayemizi alan çekmecesinde, babamın sattığı evin parasını saklayan masamızdı. babam, çalıştığı siyasal bilgiler fakültesi’ne bu kez daha yakındı. bir saatlik işe gidiş yolu, neredeyse on dakikaya inmişti. benim balkonlu evlere olan ilgim bu evde de devam etmişti. orada kendimi daha özgür hissetmek, gökyüzüyle bütünleşmek ve oralarda dünyanın kendisini bulur, geceleri yıldızlara yaklaşır onlarla konuşur ve isim takardım. okulda öğrendiğim kutup ayı takım yıldızlarını her gece arar, bulduğumda da dertleşirdim. burada kendimi, uçağın kanadı kenarında otururmuşçasına heyecanlı hissederdim. işıldayan ankara’nın semtlerini, kuşbakışı seyre dalar, uçakların rota üzerindeki geliş – gidiş saatlerini ezberlerdim. babamın gecekonduda tasarladığı kitapçı dükkanını açma fikri, masamızdan azalan paralarla belli olmaya başlamıştı. siyasal bilgiler fakültesinin yanı başındaki acun sokağı benim çocukluğa devam ettiğim yıllardı. dükkanımız, üç katlı apartmanın altında orta yerinde küçük bir dükkandı. komşu dükkanımızda, saçlarını her zaman ıslak tutan ve siyah beyazlığı ile yakışıklı terzimiz haydar amcanın yeri bambaşkaydı. boş dükkanımız, önce marangozların yetenekleriyle raflaşmıştı. daha sonra, masamızdan biten paralarla, dükkanımızın içi kitaplarla dolmaya başladığında, önce kitapların ön yüzleri, boş olan raflar doldurulmaya çalışıldı. İstanbul’dan sipariş edilen kitap ve kırtasiyeleri açmak, içinden çıkan çeşitli, defter, kalem ve kırtasiye malzemelerini seyretmek, onları tezgaha özenle yerleştirmek, ablam ve benim için ayrı bir zevkti. Çocuk yaşımıza rağmen, ablamla ben, dükkanın müdavimleri olmaya başlamıştık. ertesi günü okula gidecek olmamıza rağmen, gece yarılarına kadar dükkanda durur, sürekli kitapların yerlerini değiştirir, kırtasiye malzemelerinin çeşitleriyle oynardık. dükkanımızın hemen yanı başındaki binanın bodrum katında bulunan burç düğün salonunun aralığından gelin ve damatları izlemek ayrı bir zevkti. hele, konya kaşık ekibinin oyuncuları beni mest ederdi. ekip elemanlarından birisi vardı ki, çok komikti, folklor kıyafeti içindeki, elli yaşlarındaki amcanın avurtlarını bir balon gibi şişirerek yaptığı hareketleri kaçırmamak için, düğün günlerini iple çekerdik. düğün salonundaki gelin damatların hareketlerini yıllarca izledik. kim bilir kaç yuvanın temelinin atılışını burada tanık olmuştuk. düğün salonunun üstündeki geniş kahvenin perdesi yoktu. o günlerin gençleri, şimdiki gençlere hiç benzemiyordu. kahvehanenin önünde “harley “ marka motosikletleri ve meşin derili montların üstündeki metalik süsler ve demirden parlak kopçalı düğmeleriyle çok havalıydılar. müzik dolabından para karşılığı dinlenilen plakların çıkardığı yabancı müzikleri anlamak çok zordu ama kulağıma geldiği ritmik beni olduğum yerde hareket ettirmeye yetiyordu. “ doğan yayınevi “ adını koyduğumuz dükkanımızı, babam, yıllarını ptt’ye verip, emekli olan dedeme emanet etmişti. dedemin, beyaz sakalı altında nurlu bir yüzü vardı. beş vakit namazını kitapçı dükkanımızın deposunda hiç kaçırmazdı. sabahları erken saatlerde, bereketi olsun diye ‘besmele ‘ çekerek açardı. babam, bizi gece yarılarına kadar dükkanda tutuyor, çocuk yaşımıza rağmen, esneyerek eve döneceğimiz saatleri beklerdik. okulumuzun öğlen olması da babam için büyük bir avantajdı. dükkanımızın hemen üstünde oturan albay’ın oğlu alp, ve yan komşusu gözlüklü mehmet, misket arkadaşımdı. dükkandan fırsat bulup, kaçtığım zamanlarda apartmanın ara boşluğundaki gecekonduda asfalt bulamadığımız ve toprağın bol olduğu alanın tersine az olan toprak alanda kuyu açıp, üstümüzün pislenmesine aldırış etmeden, oyuna dalmamla, ablamın, ‘ babam çağırıyor çabuk gel!...’ uyarıları ile oyunumun yarım kalmasına sinirlerdim. gecekonduda gördüğüm ıvır zıvır satanlar, bu sokağımızdan da geçerdi. geniş tezgahı ve kafasındaki simide benzeyen yuvarlak bez parçasıyla taşıyan, çocukların olduğu bölgeyi de kendine satış mekanı seçen agop amcanın çeşitleri gecekondu satanlardan daha çoktu. tezgahının içinde, çifte kavrulmuş lokumlar, sarı leblebi, misketler, oyuncak tabancalar, ne ararsak bize hitap ederdi. en hoşuma gidende, rengarenk misketlerimdi, onların cıvıl cıvıl parlaklığı içindeki desenlere bakmaktan kendimi alamaz, minicik dünyamı onların içinde bulurdum. Şemsiye baston çikolatayı da unutmak mümkün müydü? agop amcanın her gelişinde, bir tane alır, benim seçiciliğim karşısında da, gıcık olmasına aldırış bile etmezdim. saçları sıfıra vurulmuş, boynunda terini devamlı sildiği beyaz havlusu ve kalın kaşları arasından fırlamış uzun kılların altındaki okka gibi bir burun ve üstünde uzun bıyıklarının altındaki dudaklarından dökülen gazeli büyükler bile ilgiyle dinlerdi. tornavida sapında çevrelenen alacalı bulacalı macunların tahta sap üstüne sarılışını seyredip yemek başka bir tattı. zaman geçtikçe, dükkanımızın siyasal bilgiler fakültesine yakınlığı ile işler iyiden iyiye artmış, kapakları gözüken kitapların raflardaki yeri sırt sırta koymamıza rağmen sığmaz olmuştu. İnsanların çeşitliliğini kutu gibi dükkanımızda görmeye başlamıştım. Üniversite yıllarında okuduğum, müşteri memnuniyetini 1968 yıllarında göz gezdirdiğim kitaplarda tanımıştım. halkla İlişkilerin çalışma hayatındaki önemini, yine dükkana gelen insanlar sayesinde öğrenmiştim. düşünceleriyle türkiye’nin geleceğine yön veren, başbakan, vali ve Önemli kamu ve özel kuruluşlarda bulunacak bürokratların öğrenciliğini yayınevimizde tanımaya başlamam başka bir ayrıcalıktı. akşam olduğunda, babamın siyasal bilgilerin hocaları ile sohbetlerini dinlemek benim için ayrı bir zevkti. gelenler arasında kimler yoktu ki, anayasa profesörü mümtaz sosyal ve onun ilk eşi yazar sevgi soysal, ki, kadın olmasına aldırış etmeden, bisikletiyle dükkanımıza gelir, babamla sohbet ederlerdi. daha sonra, “ vay insanlar, can pazarı “ adlı kitabını bastığımız büyük üstat, fikret otyam ve o dönemin hoş şiirlerine damgasını vurmuş ve birkaç eserini bastığımız hasan hüseyin korkmazgil’in, o gülen yüzü bembeyaz saçları ve boynundaki kahverengi fuları ile sohbetleri ve şiirlerin anlatım büyüsü beni çok etkilemişti. adam Şenel hocanın ayak üstü sohbetlerinde, koltuğunun altındaki ekmeğini küçük parçalara bölüp, sohbetle birlikte yarı etmesini izlemek ilinçti. yayınevimiz, artık sokak arasında, kabına sığmıyordu. taner timur, kurthan fişek, besim Üstünel ve diğer başka hocaların kitapları basıldıkça türkiye’nin ücra köşelerindeki kitapçıların vitrinlerindeki yerlerini almaya başlamıştı. bir çocuğun büyümesi gibi yol alıyordu, yayınevi serüvenimiz. yayımlanan eserlerimizin belli başlıları, “ en çok satanlar listesindeki “ yerini alarak, listelerde uzun süre kalmanın gururunu yaşıyordu. sokak arasındaki dükkanımızı, cemal gürsel caddesindeki geniş dükkanımıza taşımak çok kolay olmuştu. 1968 kuşağının adımlarının arşınladığı caddeye şimdi daha yakındık. 1968 hareketi ve türkiye’nin geleceği konulu sohbetleri, babamın masasının karşısındaki profesörlerden çocukluk ve gençlik arasındaki yaşımla, bu dükkanımızda da dinlemeye devam ediyordum. sbf’nin öğrenci işleri ve yayınlarına yirmi beş yılını veren babam, yine bu sohbetlerinden birini aktarmıştı. İktidarda demokrat parti ve lideri de adnan menderes’miş. bu yıllarda sbf’nin başına gelmedik kalmamış. 1960 ihtilalinden bir veya iki ay öncesiymiş, babam her zamanki gibi teksir ve yayın işleri ile işinin başındayken, dışarıdan gelen bağrışma ve silah sesleriyle neye uğradığını şaşırarak, hemen bulunduğu yerin demir kapısını kilitleyerek dışarıda olup bitenleri beklemeye başlamışlar. uzun süre içeri de kalmanın sıkıntısını arka kapıdan kaçarak bulmuş. ertesi günü, bu baskın sonrası, fakültede hiçbir öğrenci kalmadığında, geriye kalanlar da yalnızca idari kısım çalışanlarıymış. bunlara, babamda dahilmiş. arka kapının avantajıyla, çalışmalara devam etmişler. giriş ve çıkışları ve sbf’yi belli bir süre zapt altına alan kapıdaki asker kılığına giren vatan cephesi elemanları yapıyormuş. bir gün kapının önüne gelip, iki asker kılığındaki vatan cephesi elemanlarına yaklaşan, o dönemin dekanı prof. dr. fehmi yavuz, “ ben bu fakültenin dekanıyım, kapıyı açar mısınız? “ dediğinde, eli silahlı bekleyenler, “ demek bu fakültenin dekanı sizsiniz öğlemi, işte biz de seni arıyorduk!..” bağrışmasıyla birlikte başlamışlar dekana sille tokat girişmeye. kuşatmanın devam ettiği günlerde, alınan bir duyumda, sbf’de çalışanlar dahil, içeride kim varsa, tarayacakları bilgisini alan askerler İhtilal sonrası da fakülteyi koruma altına alarak, babam ve arkadaşlarının daha rahat çalışmasını sağlamışlar siyasal bilgilerin öğrenci hareketleri bir başkaydı o yıllarda. hukuk ve siyasal arasında kalan polislerin vay halineydi. Çatılara mevzilenen öğrencilerin, aniden başlayan taş yağmurundan kaçışan polislerin miğferlerinde patlayan taşların yere düşümü hiç de matematiksel değildi. polisleri taşıyan araçların modeli, o zamanlar çok değişikti. pepsi taşıyan araçlara benzerdi. polislerin yeşil ve miğferleri beyazdı. o yıllarda, ben polis denilince aklıma, bir elinde hiç eksik olmayan siyah copu gelirdi. Öğrenci polis çatışması artık kanıksanmış bir olaydı. olayların birden patlak vermesiyle, caddemiz savaş alanına dönerdi. cankurtaranın eksik olmadığı caddemizde, yaralılar hastanelere yetiştirilirdi. taş ve sopaların yanında, copların şiddeti havada uçuşurdu. hem de acımasızca ve gaddarca en kötüsü de ölümüneydi. protesto edilirdi amerikan emperyalizmi. “ go home” defol sözcüklü pankartların ne anlama geldiğini çözmem mümkün değildi. Şimdi tek yandığım o dönemlerde olmayan küçük bir kameramdı. belki şimdilerdeki gibi mikro kameram olsaydı. bu gün çok değişik bir belgeselim sahibi olabilirdim. yayınevimiz, çıkan öğrenci olaylarıyla doğrudan etkileniyordu. Öğrencilerin attıkları onca büyük taşlar, dükkanın önüne, hatta camlara santim kalırdı. biraz daha kuvvetli atsalardı, taşların camları patlatıp, içeri girmesi içten bile değildi. korku hakim olduğu kadar, cesarette hakimdi bizim caddemizde. yan dükkanımız, sevgilere sunulan, özel günlerde barışı ve kardeşliği simgeleyen çiçekçi dükkanıydı. komşumuz, çocukluk arkadaşım ve daha sonraki gençlik yıllarımın arkadaşı hüseyin, dışarıda yüzü dükkanına dönük, çelengin çiçeklerini yerleştirmekle meşguldü. aniden patlayan öğrenci ve polis çatışmasından kaçamamıştı. silahların patlaması donukluk yaratmıştı dükkanın önünde. hüseyin’in kulağından sıyıran kurşun, neredeyse yaptığı çelengi kendi mezarına getirtecekti. kör kurşun bu kez gerçekten körlüğünü göstermiş, dükkanın aynasından hız kesip, yerde son bulmuştu. Çocukluğumla gençliğime adım atmam yüzümdeki tüylenmeyle birlikte belirmeye başlamıştı. siyasal’ın bahçesinin benim için ayrı bir yeri vardı. onun önünde top oynamak hastalığımın devamıydı. naylon topların sürekli patlaması canımıza tak etmiş, buna da çareyi, patlayan topu yarısına kadar kesip, sağlam aldığımız topu içine yerleştirmekte bulmuştuk türk’ün aklına istenildiğinde hiçbir engelin olunamayacağını, o zamanlar daha iyi kavramıştım. dükkanımızın çevresindeki kızlı, erkekli arkadaşlıklarımızda adam gibi arkadaşlık vardı. kız arkadaşlarımızı, diğer mahalle erkeklerinden bir başka sahiplenme ile korurduk. onları futbolla bile tanıştırmıştık. hasvak’ın başhekimi adil kınık ile ben, mahallenin en iyi futbol oynayanlardandık. İki grup olup, adam seçerek maçlara başlardık. aventis pasteur firmasının kuduz, grip aşıları ve serum üreten elli bir ülkeden sorumlu başkan yardımcısı olan fikri türkay’da çoğu kez benden olmak isterdi. İri vücudu ile iyi defans oyuncusu olur diye de ben de kendi takımıma onu seçerdim. futbola öylesine tutkundum ki, dünyamı unuturdum. sbf’nin önündeki geniş asfalt alanında ölümüne ve sakatlanma pahasına koştururduk çift kaplı naylon topları. ablamın beni çağırması ile, “ İşte şimdi yandık!... babam basacak fırçayı!..” diye çoğu kez de kızarak terk ederdim oyunu. dükkana birden girmek kolay değildi. İçeriye uzaktan baktığımda, müşteri ve babamın masasında sohbete katılan yoksa, terimin soğumasını hüseyinlerin çiçekçi dükkanında tamamlardım. terimin soğuması ile de suçlu gibi dükkana girdiğimde, babamın yanında sohbet eden bir hoca varsa, bende rahatlayıp bugünü de azarsız atlattım diye sevinirdim. anarşinin iyice körüklendiği, dışarıdan bile yönlendirildiği, içerideki politikacıların bile kontrol edemediği yıllara girilmişti. her türlü fraksiyonların sokaklarda, okullarda, işyerlerinde cirit attığı, insanların birbirlerini, fikirlerinden dolayı düşman gördüğü, kardeşin kardeşi zıt fikirlerden dolayı tanımadığı, benim fikrim geçerli düşüncesiyle elindeki silahla karşısındakine fikrini kabul ettirme mücadelesinin olduğu yıllardı. ankara’nın dörtyol semtinden, otobüse binilse, beşevler’deki üniversitelere kadar, hangi fraksiyonlardan geçtiğinizi aklınızda bile tutamazdınız. siyasalın önü, karşıt grupların çıkardığı, daha sonra polislerin ayırmak için geldiği bir arenaydı. 1968 kuşağı televizyon nedir bilmezdi. uzun kutu görünümlü, radyomuz evimizin en büyük eğlencesiydi. bunun yanı sıra, hafta sonu yorgunluğumuzu, komşumuz sevim teyze ve çocukları ile birlikte kapalı sinemadaki keyifle geçirdiğimiz zamanla atardık. türk filmlerinin, bugün çoğu filmlerde bulunmayan duygusallığı ve temiz aşkları, duyguların insanı gözyaşı içinde bıraktığı, “dağlar kızı reyhan” “ menekşe gözler” gibi daha bir çok filmleri izler, sonrada eve gelinceye kadar filmin etkisinden kurtulmadan yorum yapardık. hafta sonlarında sinemaya gitmenin beklentisi de bir başkaydı. ortak duygular, ağlamalar, ve finallerde beraber alkışlamaları, sanatçılarla yaşardık, hem de bir takım ruhu gibi, İlk televizyonu, dükkanımızın yüz metre ilerisindeki ‘grundig’ beyazeşya satan mağazasında görmüştük. ona dokunamıyor, düğmelerine basamıyorduk ama, vitrinde beyaz eşyaların arasında bir maymunun demirler arasındaki şebekliği gibi izlerdik. ankara televizyonunun, deneme yayınlarının başlamasıyla, mağazanın önü ana baba gibi kalabalık olurdu. mağaza sahibi seyircilerin çekirdek yemesine kızmazdı. yayın bitiminde, seyircilerce hep birlikte temizlenirdi. beyaz cam içindeki ankara gençlik parkı’nın köprü manzarasına iki saate yakın sürekli bakılırdı. resmin, ekranda sürekli aşağıya doğru kaymasına bir anlam veremezdik. yanımızdakilerden, ‘acaba bantla yapıştırılsa olur mu?” diye söylenenler bile olurdu. merak vardı, resmin nasıl yansıdığına. yayınlar denemeydi. Önceleri zafer cilasunu ilk kez gördük. daha sonra orta doğu amme İdaresinde asistan olan ve bu enstitünün yayınlarını bastığımızda, birkaç kez yanına uğradığım, televizyonun yakışıklı spikerlerinden erkan oyal ‘ın güzel ses tonuyla, ölen gençleri, acıları, savaşları ve sevinçleri izledik. son yıllarda gidildi mi, yoksa bir senaryomuydu tartışmalarının yapıldığı 20 temmuz 1968 gecesi, ‘ aya ayak basmanın naklen yayınını yine mağazanın içindeki küçük kutudan meraklı bakışlarla izledik. o gece nutkumuz tutulmuş, biz, henüz küçük kutunun ilginç dünyasını araştırırken, neil armstrong binlerce kilometre uzaktaki komşumuz ay’a, ayak basıyordu. aradaki mesafe bu kadar uzak mıydı? serin gecelerin ayakta televizyon izlenmesini babam sonlandırmıştı. mahallede ilk televizyonu alanlardan biri olmamız ayrı bir mutluluk vermişti. taksinin arkasından inen büyük kutuya, komşularımız pencerelerinden merakla bakmışlardı. kapalı kutunun etrafında dört dönmüş, ne yapacağımı şaşırmıştım. evde önceden hazırlanan yerine özenle konulan ve antenin çatımıza yerleştirilmesiyle, karlamaların ardından gelen ve bir iki saat bile sürmeyen deneme yayının ardından ‘ televizyonunuzu kapatınız’ uyarısıyla, annem, özenle diktiği kumaştan kılıfını geçirmesi fazla uzun sürmezdi. daha sonraları babam, sürgülü ve kilitli bir dolap yaptırmıştı, yaptırmasına ama bu alette bizi sinemamızdan ayırmıştı. artık, bir tutsak gibi bizi her akşam, karşısına esir alıyordu. bildiğimiz ve öğrenmeye çalıştığımız masal ve fıkraları artık unutur olmuştuk. komşularımız, her akşam, açılış sinyali ile koltuk ve kanepemizdeki yerlerini alırken, arkadaşlarımızda halının üstünde uzun uzadıya elleri çenelerinde, çocuk programlarının vazgeçilmezi pilli bebek kuklasını seyretmenin keyfini yaşarlardı. artık, gözler beyaz ekranda, ağızlarda ise, annemin yaptığı pasta ve keklerdeydi. meyveler ise, gece haberlerine yakın verilirdi. “ İyi geceler” sözcüğü ile konuklarımız birer birer ayrılırdı. geçen günler içinde komşularımızca alınan televizyonların her evde çoğalması, bizi, misafirlerimizden koparacağını bilemezdim. evlerin önüne taksinin arkasından inen büyük kutular çoğaldıkça, artık evimize kimsecikler uğramaz olmuştu. bizler de esiri olduğumuz televizyonumuzla baş başa kalmıştık. annemin yaptığı pastalar ve börekler kurumuş, sonrada çöpteki yerlerini alırken, meyveler ise, buzdolabımız olmasına rağmen çürümüşlerdi. hemen karşı komşumuz yaşlı İbrahim amcanın karısı bile, gelmez olmuştu artık. bize geldiğinde, televizyonda neler olup bittiğini anlamaz ‘televizyonunuzu kapatınız!...’ uyarısının ardından, yaşlı teyzemin “ abooo!.. adamlar arka odaya geçtiler” demesine çok gülerdim. zaman geçtikçe teyzemi bile özlemeye başlamıştım. evimizin yine kalabalık olduğu bir gündü, giriş katında yalnız yaşayan, ellisinde bile olmayan, türkan teyzemiz, hemen hemen her akşam annemin konuğuydu. beyi de seneler önce ölmüştü. yabancı bir filmin bir sahnesinde, siyah beyazlıkta dudak izinin belli olmayan bir görüntüsünde erkek aktristin, kadını alt dudağından kavrayıp, öpmesine olan tepkisini, filme bakmak ayıp olur düşüncesiyle kafamı çevirdiğimde, türkan teyzenin, kendi kendine dudaklarını öpme pozisyonunu alarak seyretmesine şaşırıp kalmıştım. misafir ve sohbet düşmanı televizyonların, gün geçtikçe mantar gibi her evin bir odası yetmezmiş gibi, odalara hakim olması aileyi de birbirinden ayırmış ve suskun yapmıştı. zevkler ve renkler çoğaldıkta, herkes kendi odasında yalnızlığı paylaşıyor, aile içinde, ne tartışma, ne fikir alışverişi ne de bütünlük sağlanabiliyordu. televizyonlar eğitici olmaktan çıkıp, artık büyük holdinglerin tüketimi körükleme reklam aracı olmuştu. seyredilen tatlı reklamlarının körüklediği çocuklarımızın alış veriş dürtülerine yetişebilene aşk olsun. Çizgi filmlerinde diyalogların bile imrendirme ve alışverişi körükleme üzerine kurmuşlar. “hamburger” uyarıcı sözcüğünü kullanmadan diğer bir çizgi filmine geçmiyorlardı. yayınevimiz zaman geçtikçe, yayınlarını çoğaltıyor, türkiye’nin bir çok kitapevinden siparişler alınıyor, hazırlanan kolilerin haddi hesabı olmuyordu. Çevremizde, en büyük ciroyu yapan bizim dükkandı. bunun sonucunda, babam oturduğumuz levent apartmanının karşısından daire almada gecikmemişti. dükkanımıza gelen müşterileri kontrol etmek bazen oldukça zorlaşıyordu.. komşumuz, türk ticaret bankasının müdürü’nün kızları, Şule ve füsun çok güzel kızlardı, yan binamızın en üst teras katında otururlardı. Üçüncü katın sol tarafında oturan Ümit ise, kayseri senatörü doktor sami turan’ın kızıydı. görünüşü cin gibi, gülen yüzü de, sivilcelerinin çokluğuna rağmen çok sevimliydi. göker ise, bizim binanın en üst caddeye bakan kısmında otururdu. babası fizik öğretmeni Şakir amcaydı. göker, atik ve Şener Şen’in benzeri çok komik bir arkadaşımızdı. yeter ki bir sinirlenmesin, hemen göz bebeklerinin beyazlığını büyüterek ağzından salyalarını akıtmasını durdurmak mümkün olmazdı. bizim dükkan, babam siyasalda görevdeyken, arkadaşlarımızla buluşma yerimizdi. gençlik çağına girmenin hazzı ile, aşk duygularının damarlarımızda alevlenmeye başladığı günlerde, erkek arkadaşlarımızda kız arkadaşlarımızın hangisine ilgi duyduklarını söylemesellerde hareketleriyle belli ederlerdi. duygularımızı anket defterinin yüz soruluk cevaplarında arardık. wolkmen ve cd’lerin yokluğunda, en büyük eğlencemiz, teyplerimizdi. hazır bantların yerine dergilerde listeye giren şarkıları tercih eder, sonrada plakçıda onları kızılay semtindeki müzik marketlerde on beş liraya doldurturduk. gençlik yıllarımın başlangıcında, en sevdiğim şarkıcılar, nilüfer, barış manço, cem karaca, yeliz, İlhan İrem ve daha nice yerli şarkıcılardı. Çevremdeki arkadaşlarımın dinlemesiyle bende de özenti yaratan, en popüler yabancı topluluğum beatles’tı. terry jacks’ın “ seasan ın the sun” ve christian adam’ın “ si tu savais combien je’taime” şarkılarını arka arkaya bıkmadan dinlediğimiz şarkılardı. hızlı müzikte, temptation, sweet, slow müzikte ise pink floid en tuttuğumuz topluluklardı. yerli artistlerden, türkan Şoray, cüneyt arkın ve yılmaz güney diye yazardık anket defterlerimizin l0. sorusuna. televizyon dizilerinden kaçak buruşuk pardesülü, hiç görünmeyen karısıyla colombo, ve uzay yolu’nun ışınlanan mr. spack ve kaptanının maceralarını televizyonda izlemek için, iş ve ders programlarımızı ona göre ayarlardık. gençlik yıllarımızın en büyük merakı da, bilardoydu. yaz aylarının düşük sezonlarında dokuz lira saatli Şah kahvesi uğrak yerimizdi. babamın iş saatlerinin yakınlığında, iki çırpıda bitiriverirdik üç topu ve dört topun sayı döngecinde. hayatın ince noktalarını, isteka ile toplar arasında olduğunu tahmin edemezdik. hele hele, bantların sertliğinde hiç anlamazdık. kemalettin tuğcu’nun fakir ve çalışkan çocukların iyilik formatlı kitaplarını su gibi ezberlemiştim. hatta, bu kitapların sonraki yaşantımdaki hareketlerime de yansıdığını tahmin edebiliyordum. teksas tommiks ve zagor yine ilgiyle okuduğum kitaplardı. Çelik bilek, profesör, rodi ve köfteciyi nasıl unutabilirim. İlerleyen yıllarda artık o kahramanları kendi haline bırakıp, türkiye gerçeği, felsefi ve ilmi eserleri okumak daha hoşuma gitmeye başlamıştı. hem de ne sağını, ne de solunu düşünmeden, her türlü kitabı ve gazeteleri okumaktan büyük zevk alıyor, gençlerin, farklı yerlerde zamanlarını değerlendirdiği, asileştiği dönemlerde, ben gazete köşe yazılarını sağı solu fark etmezdi kesip, defterime yapıştırır onları altı çizgili olarak değerlendirirdim. benim için basıma girecek eserlerin orijinalinden okumak, çıkan tashihleri, yazarların evlerine götürmek büyük bir zevkti. Çoğu da sbf öğretim üyeleriydi. onlar genelde ankara’nın en modern semti Çankaya’da lüks dairelerde otururlardı. evlerinin iç dizaynları çok hoş olurdu. gecekondu’dan , taşındığımız ortamın farklılığını, buraya geldiğimde de anlamıştım. Özellikle çalışma odaları farklıydı. İçerisi bizim dükkandaki kitapları aratmaz, modern resim ve masa üzerindeki evrak dağınıklığı, işte ben bir bilim adamıyım der gibiydi. bir çok üniversitenin ekonomi başlangıcını yaptığı kitapların yazarı olan prof. dr. besim Üstünel, rahmetli prof dr. muammer aksoy, amerikan emperyalizmi üzerine yayınları olan prof.dr. türkkaya ataöv, ve o zamanlar asistan olan İlber ortaylı’lı ve radyo ve televizyon üzerine çalışmaları olan, prof dr. Ünsal oskay’nın evleri çok hoşuma gidenler arasındaydı. İnsanın hayatta, iyi ki, şu arkadaşım var dediği, bir arkadaşı mutlaka olmalıydı. sıkışıp, onu aradığında, hemen yanı başında olabileceği, bir telefonla sesini duyduğunda mutlu olabileceği, birbirine acı değil, neşeyi verebilecek bir arkadaşı mutlaka olmalıydı. İşte böylesi bir arkadaşım Ünal’dı. on dört yaşının tüy bıyıklarının, terlemeleri arasında bizim dükkanda çalışma hayatına başladı . İkimizde on dört yaşın toyluğu arasında erkekliğe adım atışımız, birlikte oldu. dükkanımızın, orta yerindeki bir insan boyundaki iki tezgahın üstü kitap, altı ise boştu. burası bizim dinlenme ve uyuma yerimizdi. İlk tıraş malzemelerimizi buraya saklamış, ve özenle hazırlamıştık, erkekliğe adım atma aletlerimizi. İçinde, kolonya, küçük makas, jilet, havlu ve sabunluğu özenle dizmiştik. bizim için çok önemliydi, bir gün karar vermiş, ikimizde tezgahın loşluğunda kimse görmeden ilk sinek kaydı tıraşımızı, babamın, sbf’de olduğu bir gün, tüycüklerimizi özenle sakladığımız kutusundaki jiletle kazıyarak yapmıştık. oldukçada parlayan yüzümüze kolonya ve kremle yüzümüzü parlatmanın heyecanı başkaydı. babam, ne diyecek diye merak içindeydik. akşam geldiğinde, çoğu kez bize bakmayan babam, Ünal’la bana bakacağı tutup, bize; “bu ne hal !...” “ bu ne hal!...” diye şiddetli çıkıştığında, ikimizde bozulmuştuk. Çok yanlış bir şeylerin başlangıcını mı yapmış, yoksa jiletle birilerini mi doğramış, doğrusu anlayamamıştık babamın hiddetlenmesine. beni evden kovma derecesine kadar getirdiğinde, tası tarağı alıp, o gece amcamlara gitmiştim İki gün dönmeme inadım sürdüğünde, üçüncü gün yine kendimi evde nasıl bulduğumu şimdi bile hatırlamıyorum. uzun süre bıyıklarımız, hala tüy içinde biçimsizdi. cinsellik nedir, Ünal’la araştırma içinde, ilk kadınların çıplaklığını, kuşe olmayan kağıtlara basılan “pazar” dergilerindeki feri cansel, figen han gibi vamp kadınların kalın bacaklı boy boy resimlerinde tanımıştım. bazen de, dükkanımızda satılan bilimsel türdeki cinsel kitapları gizlice tezgahın altında Ünal’ın nöbet tuttuğu zamanlarda araştırmıştım. hafta sonları, sinemalardaki seks film furyalarını da Ünal’la birlikte seyretmiştik. kitaplar demiştim. böyle bilimsel bir kitabı eve götürüp, okumaya daha hür devam etmek isteyip, kimse görmemesi için yatağımın altına saklamıştım, bir gün annemle, babam, karşıma dikilip, “ bu ne söyle bakalım!. daha senin yaşın ne, başın ne?!... hiç utanmıyor musun?” dediğinde, yerin betonluğuna aldırış etmeden girmek istemiştim. başım önümde öylece mahcuptum. ‘yürümekle yollar aşınmaz’ demişti politikanın duayeni süleyman demirel. cemal gürsel caddemizde maşallah tam bu söz için özel yapılmış, uzun ve genişti. nice on binleri yürütüp bağrına basmıştı. pankartlardaki yazıları bir kenara yazmış olsaydım, bugün sayfalara sığdıramazdım. onları hazırlamak taşımaktan daha kolay olacağını zannetmiyordum. caddemizde, kimler yürümedi ki, sağcısıyla, solcusuyla, boş tencereli kadınlarıyla, genciyle, yaşlısıyla, hatta henüz ağzında süt kokan, yedi yaşındaki çocuklarıyla, türkan Şoray’ı, cüneyt arkın’ı ve daha nice emekçisiyle , memuruyla halkın kahrını çekmişti bizim caddemiz. o zamanlar, tek anlamadığım ise, hükümetin başında bulunan siyaset adamlarının bunları anlayıp anlamadığıydı. panzerlerden fışkıran suları biriktirebilseydik, belki de bugün güzel bir gölet yapabilirdik. ya o atılan taşlara ne dersiniz? keşke atılmasaydı da, onlarla bir birkaç köprü bile yapıp, onlarca çocuğun okula giderken ölmeleri önlenebilirdi. o zamanlar, siyaset, öylesine kızışmıştı ki, provokasyon hareketleriyle olaylar saman alevi gibi hemen yayılıyor, gün geçmesin ki, medyaya konu olmasın. trafik kazalarını kanıksadığımız gibi, yurdun dört bir köşesinden ölüm haberlerini, insan kaçırmalarını doğal buluyorduk. bugünkü gibi, bankaların içi soyuluyordu göz göre göre. türkiye’nin en popüler insanları kaçırma olaylarının ardındaki gizimler merak ediliyordu sütunlarda. İnsanlar, bu kovboy türü yaşam tarzına alışmaya mecburmuş gibi “ kör bir kurşunun” nereden geleceğini bekliyordu. siyasetin, altı üstüne, çorba gibi karışmıştı. köşe başları tutulan mahalleler parsellere ayrılıp, nöbet bekleniyordu. neredeyse, sağ sol adında pasaportlar çıkıp, öyle geçiş yapılacaktı mahallelere. lise ve ortaokuldaki öğrencilerin kıçındaki donuna bakmadan, siyasetle uğraşmayı bir oyuncak zannediyorlardı. herkeste, memleketi benim fikrimden başkası düzlüğe çıkaramaz kavgası vardı. yeter ki o fikrin potası içinde bulunmayın, sıkıysanız bağış yapmayın, sıkıysa çıkarılan gazetelerden almayın, adamı iki dakikada şişleyip, yolun kenarına atıverirlerdi. ortadan gitmek kolay değildi o dönemlerde, ya sağdan, ya da soldan gidilecekti.”

0 yorum: