28 Ocak 2009 Çarşamba

Gazetecilik Günlerim

ordu şehrine bir kişiyi bile tanıyamamanın ürkekliği ile, yalnızca telefonla anlaşma yaptığım yörenin mahalli gazetesi karadeniz 52’nin bürosuna geldiğimde gazete henüz açılmamıştı. kapının önünde beklerken tanıştığım gazeteci erol ataşan, beni yayın yönetmeni, uğur gürsoyun, her sabah uğradığı hırçın karadeniz’in sahilinde, inci gibi kordon boyundaki pastaneye, on dakikalık yolu bir saate götürmüştü. erol ataşan, şişmanca, bodur boylu, yüzünde hiç eksik olmayan güler yüzü, çok konuşkan, karadeniz mavisi gözleriyle ordululara kendisini sevdirmiş ve kanıtlamış bir gazeteciydi. on dakikalık yolu da, bir saatte almamızın sebebi de bunda gizliydi. zira, gazeteden pastaneye kadar hemşeri ile ayak üstü sohbetleri, selam vermeleri ilgimi çekmişti. sohbetleri içten ve çok da candandı. karşısındaki en asık suratlı bir insana bile, gülen yüzüyle “ kaymağım” sözcüğünü en çok kullandığı iltifatlardandı. aylık otuz beş bin liraya anlaştığımda, dizgi makinesinin kullanımını ordu’da pek bilen yoktu. orijinal yazıları itina ile dizgi makinesinin matrislerinden, sıcak kurşunla bütünleştirip baskıya sunmanın mutluluğunu bende yaşıyordum. onlarca satırlar arasındaki yarının gazetesini saat üç veya dörtte bitirdikten sonra, kendimi ordu’nun en güzel yeri kordon boyunun güzelliğine bırakmanın keyfini bir başka yaşardım. sahil kentleri yine de güzel yerlerdi. ordu’da böyle bir şehirdi. hele, geceleri denizin sakinliği, dalgaların hafifçe yakamoz eşliğinde sahildeki kayalıklara çarpıp, ara boşluklarından tekrar geri dönen suların çekilişini seyrederken, boztepe’nin serinliğini hissetmemek mümkün değildi. akşam rüzgarları başka eserdi sahilde. kordon boyunda aheste ilerleyen adımlarınız, çay bahçelerinden işitilen tatlı müzik namelerini dinleyen kulaklarımız, çekirdeği, biraları ve çayların tavşan kanlığını yudumladığımız ağızlarımız, sevgilileri sardığımız ellerimiz, nasılda zevkle işlerdi bütün organlarımız. doyum olmuyordu, gün boyu yorgunluğun ardındaki sohbetlerin sıcaklığına. Çay bahçelerinden birine oturduğunuzda, denizin uzaklarını hapsetseniz gözlerinize, günün değil, bütün senenin yorgunluğunu üzerinizden atıverirdiniz. Şair olmayanı şair yapardı bu deniz, mehtap ve yakamozun güzelliği. bu muhteşem kordon boyunda sevgiliye yazılan mektuplara sayfalar yetmiyordu. cuma akşamı “ açık pencere” “ görünüm “ ve “ sanat edebiyat” sayfalarını bir başka özenle hazırlamıştı erol ataşan duayenimiz. nereden bilirdi son hazırlığını. sabah aldığımız kötü haberle, tüm çalışanlarımız ile birlikte ordu şehri yasa boğulmuştu. benim dizgi makinem bile usta kelemin ölüm haberini yazmak istemiyor, sıcak kurşun bile buz keserek matrislerin arasında sıkışmıştı. daha sonraları, erol ataşan adına yazdığım “ ağlayan tuşlar” yazımı, yönetmenimiz çok beğenmiş olacak ki, bana “ tercüman gazetesi’nin kadrosunun boş olduğunu, bunun yanı sıra akajans’ında ordu muhabirliğini teklif ettiğinde, severek kabul etmiştim. evliliğim için para biriktirmek zorundaydım zira, yayınevimizi ve matbaamızı kapatma kararını aldıktan sonra, elimizde kalan nakit paranın darlığından, geçim sıkıntısı çekmeye başlamıştık. bende evimize katkı olsun amacıyla gurbetle tanışma kararı almıştım. gazete ile kesin anlaşma sonrası, altı ay boyunca, otel odalarının köhneliğini ve yalnızlığımı ankara’dan getirdiğim daktilomun tuşlarıyla gecenin sessizliğini bozdum. yan odalarda yorgun bedenleri rahatsız etmemek uğruna tuşlara yavaş basmanın cezasını, sayfalardaki silik yazıları okuyamamanın zorluğunu yaşayarak çekerdim. otelimiz üç katlı, dış cephesi de yeşildi. geç saatlerde gelinmemesi için uyarılar resepsiyonda tapu gibi asılıydı. o güzelim kordon boyunu bırakıp otele dönmek bir işkenceydi. artık, öğlenden sonraları benim için bir başka hayattı. ordu’nun altını üstüne getirip, gazeteciliğin egoist bir meslek olduğunun önemini yavaş yavaş kavrıyordum. gecenin bir yarısına kadar otel odasında sessizce yazdığım yazılarımı ertesi günü yayın yönetmenimize sunuyor, çoğunlukla da dizgi makinesinde yazılarımı tekrar yazıyordum. ertesi günü kordon boyunun banklarında, yazılarımın okunmasını gururla seyretmenin keyfini yaşıyordum. ordu’ya gelen, misafir sanatçı, politikacı, futbolcu gibi tanınmış kişilerle birlikte olup, onların haberlerini ankara’daki ajansıma yetiştirmenin telaşı da başka bir güzeldi. bu koşuşturmanın karşılığında tercümandan gelen beş bin liranın değeri, aldığım zevkin yanında sıfır kalırdı. yönetmenimizin söylediği, “ gazetecinin cebinde beş kuruşu olmaz ama itibari her yerde çok yüksektir” sözlerinin anlamını zaman içinde kavramıştım. ordu’nun sorunları ile toplumsal sorunları dile getirmek temel amacımdı. Çoğu zaman çalışan ve hayatın zorlukları içindeki insanlarla yaptığım röportajlar gazetemdeki köşemde yayımlanırdı. artık öğleden sonralarını iple çekmeye ve bir başka sevmeye başlamıştım. olayların peşinde koşuşturmak, araştırmak, düşünmek, ve günü herkesten önce yaşamak çok güzeldi. orduspor’un oynayacağı maç günlerinin heyecanı şehirde bir başka olurdu. bütün mücadele bir kente mal olmuş takımın başarısı içindi. gelen rakip takımların kaldığı otelde yerlerimizi alır. onlardan aldığımız ilginç haberleri ajansımızın ilgili bürosuna hemen ulaştırırdık. orduspor – sivasspor maçı sezonun da son maçıydı. orduspor, birinci ligi garantilemenin rahatlığı ile şehrin bir ucundaki gülistan otelde, sivas spor’da turist otelde, bizlerle beraberdi. sivasspor’a bir beraberlik yetiyor, yenilmesi halinde ise üçüncü kümenin yolu gözükecekti. sivasspor’un yöneticisi adil bey bize; “biz onları sivas’a geldiklerinde çiçeklerle karşılamıştık ama onların yöneticilerinden hiçbiri bizimle ilgilenmiyorlar. böyle mi olur misafirperverlik? Şunlarla bir irtibat kurdursaydınız.” dediğinde erkesi günkü maçın sonucu ordu spor 2, sivas spor 1 olmuştu. orduspor birinci lige, sivas spor ise üçüncü lige düşmüştü. yine bir pazar günü. rakip gurubun güçlü takımı malatyaspor. orduspor’a mutlak puan lazım. sonuç; orduspor 4, malatyaspor 0, ertesi gün şehirde bir dedikodu; malatyaspor’un kaldığı turistik otelin karşısındaki evde, dört bayanın tüm cinselliklerini konuşturarak futbolcuları sabaha kadar uyutmamalarıydı. Şehir takımları, tüm şehirle bütünleştiğinden, bizlerde günümüzün büyük bölümünü kulüp binasına uğramadan yapamıyorduk. buradan futbolcular ve yöneticilerle yaptığımız haberleri derleyip hemen ajansımıza aktarıyorduk. kordon boyunun sefasında, yine böyle bir yaz akşamı günüydü. meslekten mi nedir bilinmez, kulağımız biraz hassastı. orduspor’un bekar oyuncuları, hem çaylarını yudumluyor, hem de kendi aralarında sohbet ediyorlardı. yarın oynayacakları trabzonspor maçına motive olmaya çalışıyorlardı. hemen arkamdaki masaya gayri ihtiyari, kulaklarımı biraz fazla kabarmıştım. futbolcuların derdi yarın oynayacakları maç değildi. aralarında konuştukları sezeriş, her gün yedikleri aynı tür yemekti. kuru fasulyenin, pilav üstündeki kısa paslaşmaları ve cacığın midedeki dar alan sıkıştırmalarının bunaltısı çenelerden düşmüyordu. Şikayet uzadıkça, sırtımı futbolculara dönüp, sohbeti derinleştirdim. sızlanmalar devam ettiğinde her futbolcunun önünde oynadıkları spor-toto kolonunun kutucuğunda banko 2 vardı. yenildi oynanmadan masada kaybedilmişti. bende bu haberi, otelime geçip gecenin bir yarısına kadar yazıp ertesi günü gazeteme göndermiştim. tercüman gazetesini aldığımda spor sayfasındaki başlık hiç de iç açıcı değildi; “orduspor’lu futbolcular her gün kuru ve pilav yemekten bıktılar” kulüp başkanı, İstanbul’daki işlerini bırakıp, hemen ordu’ya geldiğinde, olaya el koymuştu. kulübün aşçısı da, eline satırı alıp, “ o gazeteci buraya bir girsin onu, parça parça edip doğrayacağım” sözlerini duyduğumda kulüp binasına, bir, iki ay uğrayamamıştım. sonrası günlerde, diğer gazeteci arkadaşlarım aramızı bulup, bizi barıştırmanın ardından ancak gidebilmiştim. cumhuriyet muhabiri cemil ciğerim, yılmaz köksal’a benzerliğinin yanı sıra, giydiği,bej rengi komiser pardösüsüyle sanki ajanları anımsatıyordu. gazete çıkışlarında genelde onunla gezerdim. ondan, gazetecilik konusunda çok şeyler öğrenmiştim. bana “bu mesleğin güzelliği haberi senin yakalaman ve tüm muhabirlerin içinde egoistlik yatar.” derdi. rahmetli erol ataşan’ın bir anısını anlattığında, ne demek istediğini anlamıştım. erol ataşan ve tüm ordu’nun diğer gazetecileri otelde ünlü bir siyasetçiyi bekliyorlarmış. uzun bir bekleyişin ardından, bizim erol ataşan resepsiyondaki telefonu hışımla kapmış, bir iki numara çevirdikten sonra beklemenin ardından, kendi kendine konuşmaya başlamış, “ yapma yahu!... ! dediğinde, diğer tüm gazeteci arkadaşları ağızları açık erol ataşan’ın ağzından çıkacak sözcüklerin devamını beklemişler. o da durur mu? hemen döktürmeye devam etmiş, “ hangi hastanede? Şu bizim devlet hastanesinde mi? nasıl ilginç bir doğum mu? Çocuğun iki başı var öylemi? hemen geliyorum!...” deyip telefonu kapattığında, çevresinde bir tane bile gazeteci arkadaşı kalmamış. daha sonrada gelen siyasetçi ile tek başına röportajını yapıp, hürriyet gazetesine göndermiş. haber atlatmanın gazetecilikte önemli bir oyun olduğunu artık kavramıştım. haberleşme teknolojisi bu günlerde bir harika. cep telefonları, diz üstü bilgisayarlar ve hızlı fakslarla görüntü ve haberler, dünyanın neresinde olursanız olun ajansınız bir adım gibi yakın size. Şimdi muhabirlik çocuk oyuncağı gibi. bizler, maçların hızlılığında, pozisyonları aceleyle not defterimize yazdıktan sonra, devre arasında, şehirlerarası çalışanlarından öncelikli bağlamaları ile bize ayrılan telefon kulübelerinden zar zor da olsa haberlerimizi, yine diğer gazeteci arkadaşlardan önce geçirmenin mücadelesini yapardık. maçın ikinci yarısının bitmesiyle de koşuşturmalar asıl bundan sonra başlardı. Çekilen fotoğraf görüntülerini, açık olan fotoğrafçıda tap ettirdikten sonra çıkan siyah beyaz görüntülü resmi, bölgemizden gelen faks aletini, telefon prizine bağlamak suretiyle, yine ajansımıza gönderirken, görevimizi tamamlamanın rahatlığını, günün tüm yorgunluğuna rağmen doyasıya yaşardık. ertesi güne yetiştirilecek diğer haberler için tekrar ordu sokak ve malzeme mekanlarında cirit atardık. 12 eylül darbesinde yağan yağmurun şiddetine aldırış etmeden, çalınan alarm ile çarçabuk teçhizatlarımızı kuşanarak, karargah önünde dimdik içtimada beklemiş, gecenin üçünde, komutanımızın, darbenin yapıldığını ve ülkemize hayırlı ve uğurlu olması temennisiyle karşıladığımız uzatmaları ordu şehrinde muhabir olarak devam ettim. yeniden siyaset sahnesine sulanan sivil insanlar, nedense o dönemde biz gazetecilere oldukça yakındılar. bizleri herhalde yakışıklı, temiz birisi olarak mı görüyorlardı, yoksa bizlerden bir menfaatlerimi vardı? yörenin başlıca geçim kaynağı altın sarısı fındık’tı. balıkçılıkta ülkemizde gelişmediği gibi, burada da tam anlamıyla gelişmemiş fakat ikinci gelir kaynağı konumundaydı. yöre kadınlarının çalışmalarını fındık bahçelerinde bir görseniz, onca çalı çırpıyı yüklenerek neredeyse içinde kaybolurlardı. erkekler nerede dersiniz bu yörelerde, tarlalarda mı? geçin bunları geçin, onlar, kahvelerde, yörenin domino taşları ile oynanan oyunu aznifin başındadırlar. bir kısmı da barlara oturmuş, mutlaka demleniyorlardır. fındık demiştik yörenin mahsulüne, yaz aylarında toplanan fındıklar, kış ortasında henüz dallarında karların olduğu, umutla beklendiği dönemlerde, ordu’nun zengin tüccarlarınca öldüm pahasına satın alınırdı. dallarında henüz filizlenmeyen onlarca fındık ağacına ipotek konurdu. bu memlekette köylü olmak kolay mıydı? tarlanın bütün yükünü çekecek, sonrada bütün emeğini ucuza satacak. birde ürettiği fındık aldığı parayı karşılamazsa, işte o zaman yanmıştı köylü. bir sonraki mahsulü tekrar ipotek altına almak zorundaydı. para parayı çekiyordu. fındık tüccarları servetlerine servet katmaya, kıskaçlarına bir kere almışlardı köylüleri. o yazın öldürücü sıcağında bin bir güçlükle toplanan fındıkların sahipleri, yine siyaset sahnesindeki yerlerini almak için, belki de, fındık taban fiyatlarını ayarlamanın planlarını yapacaklardı. milletvekili olabilmenin telaşı iyiden iyiye sarmıştı ordu’yu ve türkiye’nin diğer yörelerini. İnce hesaplar yapılıyor, siyasi parti başkanlarının peşinden koşuluyor, kulisler alabildiğine her yerde hareketliydi. fındık tüccarlarının toplanma mekanı ise, kaplumbağa arabalarının fan kulüp üyesi enis ayar’ın sahibi olduğu “ayışığı” adlı restoranıydı. gazeteci arkadaşlarla buraya uğrayıp, milletvekili aday adaylarından bilgileri alır, sonrada bağlı olduğumuz genel basına hızla ulaştırırdık. bende böyle bir gün yine haber peşindeydim. restoranın giriş kapısından, milletvekili adaylarının arasından birisini garsona işaret ederek, “ karadeniz 52 “ gazetesinden geldiğimi, kendisinden birkaç görüş almak istediğimi iletmesini istemiştim. henüz milletvekili olmayan aday, kendisini şimdiden milletvekili havasına sokmuş olacak ki; “ şu an kabul edemem, yoğunum “ yanıtına çok bozulmuştum. dışarı çıkıp, burnum önde gazeteme dönmeye çalıştığımda, bu kez ikinci kimliğim olan “ tercüman ve akajans” muhabiri olarak tanıtmamı garsondan rica ettiğimde, yerinden fırlayan aday adayı, tay tay yanı başıma ekşidiğinde, daha sonra ankara’nın yolunu tutan milletvekiline, vay bu milletin başına geleceklerden diye hayıflanmakta haklıydım. horozlu ve ballı parti başkanları da türkiye’yi karış karış dolaşmalarını gerçekleştirip, kadrolarını tamamlama çalışmaları için seçimlerden galip çıkmanın hesaplarını yapıyorlardı. onlardan birisini daha gazeteciler ordusu olarak bekliyorduk. Önceden öğrendiğim haber atlatma olaylarını bekliyordum ama bunlara da aldırış etmeyeceğim kesindi. uzun süre beklememiz ardından, koyu elbisesi, kısa boyu, tombul cüssesiyle, ellerini açarak yürüyen, koyu gözlüğü, yüzü gezilerden yanan, anap genel başkanı turgut Özal, iri partililerin arasında belirdiğinde, İl binasına girişte yanına yaklaşıp, “ Şehrimize hoş geldiniz. Çok yanmışsınız efendim.” sözüme, “ eeee gezilerden bu hale geldik” yanıtı ile İl binasının makam koltuğunda yerini aldığında, bizlerde etrafında ağzından çıkacak sözleri not defterlerimize kayıt etmenin yarışı içindeydik. İl masasını enine kaplayan turgut Özal, kravatına taktığı küçük mikrofona, “ ordu konuşmam “ diyerek, umut vaat eden konuşmalarına herkesin hayretle baktığı belliydi. yanı başına dikilip, ayakta yazarken zorlanmamı gördüğünde, boş olan misafir koltuğuna oturmamı istediğinde, bir yandan yazıma devam edip, bir yandan da oturmanın mücadelesini yapıyordum. bir ara kendisine ikram edilen ve ordu’da imal edilen küçük ama tadı güzel olan tadelle’yi yedikten sonra, “ İnşallah bunun ballısını yaparız” sözüyle, usta bir siyasetçi görüntüsünü vereceğin sinyallerini şimdiden veriyordu. otelde kalmak, artık benim için çok zor olmaya başlamıştı. elbiselerimi lavaboda yıkamanın zorluğu ile, geç saatlerde eve dönmek varken, kapanan otelin saatine yetişmek hiç de hoş değildi. babasından korkup, eve gizlice giren delikanlılar gibi hissetmekten artık bıkmıştım. ordu’nun yeni oluşan ve hızla gelişen bir semtinde, çok ilginç ama, aynı kapıdan girilen bir ailenin kaldığı evin tek odasını kiralamak zorunda kalmıştım.. adı üstünde, yenimahalle’ydi burası. Şöyle turist gözüyle gezildiğinde, mahallenin tüm gerçeklerini görürdünüz. akşam üzeri kordon boyunda denizin güzelliğini seyretmeye hiç benzemezdi. Öyle çay bahçelerinde kolaya, çaya para verip müzik dinleyeceğinize, oturun düz akan derenin yanı başına, bedavadan kurbağa konseri dinlersiniz. lağımlı suların sokak ortasında aktığını ve durgun suların sivrisinek yuvası yaptığı bu semtte. burayı seçmemin nedeni, kiralık ev bulamadığımdandı. benim yuvam gazete olduğu için burası yatmadan yatmaya kalacağım bir yerdi. ankara değildi ki memur-işçi bol olsun. İktidarlar değiştikçe de tayinle evler boşalsın. kiraladığım eve tek kapıdan iki aile girdiğimiz için, burada da otele giriş gibi yine sessizdim ama odama istediğim saatte girebiliyordum. genelde akşam şehri dolaştıktan sonra yine sessizce odama çekilir yazılarımı tuşlara yavaş dokunarak sabaha hazırlardım. geceleri, küçük odamda uyumak kolay değildi. kurbağa konserleri yetmezmiş gibi birde fare tıkırtılarının arasında uyumak insana john steinbeck’in “ fareler ve insanlar” kitabının öyküsünü gözler önüne getirirdi. farelerle yatmak hiç de kolay değildi. uykunuz altüst olur, tam daldığınızda da tıkırtılar sizi perişan ederdi. her an farenin üstünüze atlayacağını düşünerek çoğu geceler uykusuz kaldırdım. sonradan alıştığım bu dostum bana can yoldaşı olmuştu. geceleri yalnızlığıma ortak olur, onunla dertleşirdik sabahın körüne kadar. nerede olduğunu bilemeden onunla yaşamaya alışmıştım bir kez. bazı geceler beni uyutmadığında, “ bak erken gitmem gerek. yarın yapacak çok işim var.” dememe rağmen yine de yüzünü göremeden, tıkırdayıp dururdu.

0 yorum: