28 Ocak 2009 Çarşamba

Yanlız Kuşun Şarkısı

yalnız kuşun Şarkısı”nı dinlerdi akşamları. gözlerinde koyu bir hüzün, dudaklarında yarım bir tebessümle öylece bakar dururdu gecenin içine. siyah, kıvırcık saçları bir telaşla dökülürlerdi omuzlarına doğru. bir elinde sigara, bir elinde kalem düşünür dururdu yazacaklarını, anlatacaklarını, sonsuzluğa saplanacakları, yalnızlıkta boğulacakları... gecenin içinde kaybolanlarla, usul usul evine dönenler arasında gider gelirdi düşünceleri. yıldızlı gökyüzüne bakanlarla, sonbaharda dökülen her yaprakla beraber, bilinmeyene doğru savrulanların kıyaslamasını yapardı. İşin içinden çıkamaz, bir sigara daha yakardı. bense, o zamanlar onun saatlerce, o masanın başında, o pencerenin önünde ne düşündüğünü, sonra önündeki kağıtlara telaş içinde neler karaladığını çok merak ederdim. bilmezdim hiç aklından geçenleri. kapının aralığından onu seyrederdim sadece. hem yanına gitmek ister, hem de loş ışıklı o odaya girmeye korkardım. ona bakardım; siyah, kıvırcık saçlarına, hüzün dolu gözlerine, kirpiklerinde oynaşan çiğlere, burnunu çekişine, dudağını büzüşüne... sigarasından havaya doğru yayılan dumanların arasında ne kadar güzel olduğunu düşünürdüm. aklıma annemin sözleri gelirdi:”bu kız hiç bize çekmemiş. İşi gücü yazmak, çizmek. korkuyorum. bir gün başına bir iş açacak bu kız. allah’ım sen bizi koru!” ne yazıyordu ki teyzem o kağıtlara, neler çiziktiriyordu ki, annem ve diğerleri bu kadar telaşlanıyorlardı onun için. neden onu kağıtlarından, kalemlerinden, o yalnız dünyasından koparmaya çalışıyorlardı? neden sürekli kavga ediyorlardı, anlamıyordum. ama o kadar bilmek istiyordum ki, belki teyzeme yardım edebilirim diye düşünüyordum. hep onun yanında olmak, onunla vakit geçirmek istiyordum. onu seyretmek bana mutluluk veriyordu. ama annem bizi hiç rahat bırakmıyordu. ne zaman bizi yanyana görse, kolumdan çekiştirerek onun yanından uzaklaştırıyordu. bir yandan da “kızımı da kendine benzeteceksin” diye söyleniyordu. ne olurdu sanki, ben de teyzeme benzesem, ben de onun gibi bir şeyler karalasam, ben de onun gibi şiirler okusam, okurken de ağlasaydım. ne olurdu? kötü bir şey miydi teyzemin yaptıkları? tüm bunlara cevap verebilmek için bir an önce büyümek istiyordum o zamanlar. büyümek ve teyzem gibi olmak!.. kalbim sıkışıyordu, onun gibi olmayı düşününce. onun gibi geceyi, yalnızlığı sevdiğimi düşününce tuhaf bir şeyler oluyordu bedenimde, kalbim çarpmaya başlıyordu. o sırada teyzem beni farkediyordu kapının aralığında. İçeriye çağırıyordu beni. korkuyordum oysa ben, annem bizi beraber görecek diye. etrafa bakıyordum korkulu gözlerle. o yerinden kalkıp kapıya geliyor, beni ellerimden tutup içeriye sokuyor, sonra da kapıyı üzerimize kilitliyordu. elleri öyle sıcacık, öyle narindi ki teyzemin, ellerimi tuttuğu zaman, hiç bırakmasın istiyordum. ama o beni karşısındaki sandalyeye oturtturur oturtmaz hemen kalemlerine, kağıtlarına, kitaplarına, şiirlerine koşuyordu. sevgiyle gözlerime bakıyordu. sonra çocukça bir sevinçle “sana bir şiir okuyayım mı?” diyordu. “olur” anlamında başımı sallıyordum. kalkıp, kitaplığa doğru gidiyordu. birkaç kitap alıp yerine koyduktan sonra orhan veli’de karar kılıyordu çoğu zaman. Önce bir şiir okuyordu. sonra bir şiir, bir şiir, bir şiir daha... “gün olur, alır başımı giderim, denizden yeni çıkmış ağların kokusunda Şu ada senin, bu ada benim yelkovan kuşlarının peşi sıra. ................ gün olur, başıma kadar mavi; gün olur, başıma kadar güneş; gün olur, deli gibi...” İçim titrerdi bu şiiri dinlerken. korku dolu gözlerle teyzeme bakardım. bu şiiri okurken, sesi o kadar acı dolu çıkardı, gözleri geceye o kadar koyu bakardı ki alıp başını gidecek sanırdım. arkasına bile bakmadan, bir “hoşça kal” bile demeden... onsuzluğu düşünmek canımı acıtırdı. bu pencerenin önünü, bu tahta sandalyeyi, raflardaki kitapları, masanın üzerindeki kağıtları, kalemleri onsuz düşünmek, beni çocuksu bir hüzne boğardı. ağlardım. hıçkıra hıçkıra ağlardım. anlamıştım, bir gün teyzem çekip gidecekti. annemi ve diğerlerini cezalandırmak için çekip gidecekti. bana sımsıkı sarılırdı teyzem. beni göğsüne, kalbinin derinliklerine bastırırdı. “ağlama” derdi. ama kendi de ağlardı teyzem, ben “bizi bırakıp gitmeyeceksin di mi Çiçek?” diye sorarken. “gitmeyeceksin di mi Çiçek?” ve gitti bir gün Çiçek. Çok uzaklara gitti. “Çok uzak” ne kadar uzaktı bilmiyordum, ama ne zaman anneme sorsam, boynu bükük gözleri yaşlı “çok uzak kızım, çok uzak” derdi. anlardım ki dokunamayacağım, bir daha göremeyeceğim kadar uzaktı gittiği yer teyzemin. ellerinin sıcaklığını bir daha hissedemeyeceğim, gözlerindeki hüznü, dudaklarındaki tebessümü göremeyeceğim kadar uzaktı. evimize çok derin bir sessizlik çökmüştü teyzemin gidişinden sonra. kimse doğru dürüst birbiriyle konuşmuyordu. anneannem dualar ediyor, ederken de sürekli ağlıyordu. “allah’ım Çiçeğim sana emanet” diyordu. dedem sanki daha bir çökmüştü, saçları daha bir ağarmıştı. teyzem gibi pencerenin önüne oturuyor, yollara bakıyordu. belki de teyzemin geri döneceğini umuyordu. bazen söyleniyordu:”Çok gittim kızın üstüne, çok! Çok ağır laflar ettim. bir de yetmiyormuş gibi kovdum onu. bilemedim, ne kadar hassas bir yüreği olduğunu bilemedim.” annemse her zamanki gibi, “asi kız, hiç bize çekmemiş, hiç” diye söylenirken, ağlamamak için zor tutuyordu kendini. ben, teyzemi en çok seven bense, her gün onun yokluğunun dayanılmaz sancısını çekiyordum. onun odasına giriyor, onun sandalyesinde oturuyor, pencereden onun baktığı yerlere bakıyordum. ama onun kalemlerine, kağıtlarına el süremiyordum. kimse de el süremedi zaten onun eşyalarına aylar boyunca. sanki her an kapı çalacak, Çiçek eve girecek, geçip masasına sigarasını yakacak, yine bir şeyler karalayacaktı. yalnız kuşun Şarkısı çalıyordu yine kasetçalarda. kuş acıyla kanatlarını çırpıyor, uçmaya çalışıyordu. bir yandan yalnızlığın gölgesinden sıyrılmaya çalışıyor, bir yandan da yalnızlığa arkasını dönüp gidemiyordu. yalnızlık yağıyordu damla damla üzerimize, yüreğimize. kuş ve ben vardık içeride sadece. İçli gözlerle bakarken birbirimize, Çiçek’in hasretini içiyorduk doyasıya. söylemek isteyip de söyleyemediğimiz o kadar sözcük birikiyordu ki içimizde, ne yapacağımızı bilemiyorduk. sonra susuyordu kuş. kanat da çırpmıyordu bir daha, uçmaya da çalışmıyordu. yenilgiyi kabullenmişti sanki. bedeni adeta cansızlaşmıştı. “yapma kuş!” demek istiyordum. “sen de beni yalnız bırakma.” ama kuş susuyordu. yalnız kuşun Şarkısı çalmıyordu artık. duyabildiğim tek şey sessizliğin ayak sesleriydi. her akşam yavaşça onun oda kapısına doğru yaklaşıyor, usulca başımı içeriye uzatıyor, ama onu göremiyordum. kalemler, kağıtlar öylece duruyordu. orhan veli masanın üzerinde, sayfası açık bir şekilde Çiçek’in gelip onu okumasını bekliyordu. “dünyalar vardır, düşünemezsiniz; Çiçekler gürültüyle açar; gürültüyle çıkar duman topraktan.” Çiçek sanki masanın başında bana şiir okuyordu. sanki odanın içi onun varlığıyla doluydu. nefesini tenimde hissediyordum; sıcaklığını, sevgisini... hüzün dolu gözleri sanki her an ağlayacakmışçasına, bana doğru bakıyordu. ondan bana doğru bir şeyler akıyordu. bir sıcaklık mı desem, yoksa bir nehir mi? İçimde kuruyan Çiçek’i ayakta tutmak istercesine, yaprakları sararıp dökülmesin diye, bir nehir ondan bana akıyordu. “dünyalar vardır, düşünemezsiniz.” ah teyzecim! o dünyaları düşünemediği için mi gitmiştin uzaklara? nasıl merak ediyordum, bir bilseniz! bir çiçek nasıl gürültüyle açardı? duman topraktan nasıl gürültüyle çıkardı? neden ben gürültüyle büyümüyor, teyzemin peşinden gitmiyordum? neden gittiği yerde onu gürültüyle bulamıyor, gürültüyle bağrıma basıp, tekrar evine getiremiyordum? bu gürültü de neyin nesiydi? Ölecektim sanki! teyzemsiz bir dünya ne kadar boş, ne kadar zordu. onu bizden alıp uzaklara götüren neydi? neydi yazdığı onca şeyi, okuduğu onca kitabı yanına almadan bırakıp gitmesine neden olan? neydi bu evi bu kadar sessizliğe boğmasına, yalnızlıkla doldurmasına neden olan? neydi? bir gün annem “o kitaplar kararttı onun hayatını. beynini hep o kitaplar yıkadı.” diye bir ağıt tutturdu. ağladı, ağladı ve sonra hışımla yerinden fırladı. odadan çıkarken “yakacağım o kitapları” dediğini duydum. dünyam başıma yıkılmıştı. bir kitap nasıl karartırdı insanın hayatını, nasıl yıkardı insanın beynini, anlamıyordum. halbuki teyzem çok severdi onları. onlar elindeyken daha bir ışıltılı bakardı gözleri. sevgiyle dokunurdu onlara, okşayarak tozlarını alırdı. “bunlar benim her şeyim.” derdi. oysa annem, teyzemin “her şey”ini yakmaya gitmişti. ben de arkasından koştum. annem hızla bir un çuvalının içine kitapları dolduruyordu. bir yandan ağlıyor, bir yandan söyleniyordu. hiç acımadan, hışımla alıyordu onları raflardan. canlarını acıtıyordu, biliyordum. teyzemin sesi odanın içindeydi. “ne yapıyorsunuz kitaplarıma?” diye ağlıyordu, bağırıyordu, hıçkırıyordu. ben dayanamıyordum teyzemin sesine. kulaklarımda yankılanıyordu. ağlayarak anneme bakıyordum. yere çömelmiş, çuvalın içindeki kitapları çaresizlikle izliyordum. “yapma anne!” demek istiyordum. ağzımı açıyordum, ama hiç sesim çıkmıyordu. başımı kollarımın arasına almış hıçkırıyordum. Çuvalın içindeki ahmed arif’i, nazım hikmet’i, edip cansever’i ve daha nicelerini nasıl kurtaracağımı bilemiyordum. teyzemin “her şey”ine göz kulak olamadığım için çok üzülüyordum. saatler sonra kitaplardan arta kalan küllerin yanıbaşına oturduğumda, bir gürültü duymuştum. Önce ne olduğunu anlamamıştım bu gürültünün. sağa sola bakmıştım heyecanla, kan çanağı gözlerimle. neydi ki bu gürültü? bir çiçek mi açmıştı, yoksa bir duman mı yükselmişti topraktan? hayır! etrafta ne açan bir çiçek, ne de yükselen bir duman vardı. teyzemin “her şey”inden arta kalan küller ve bir de ben vardım orda. birden dünyanın ne kadar küçülmüş olduğunu farketmiştim. bir gürültü daha gelmişti ardından. dünya daha da küçülmüştü. bir gürültü, bir gürültü daha derken, dünya ufacık, miniminnacık kalmıştı. o zaman anlamıştım ki ben sonunda büyümüştüm, hem de gürültüyle. teyzemin yüzü küllerin arasından bana bakıyordu. ama ağlamıyordu, gülümsüyordu bana. gözleri yine hüzünlüydü. siyah, kıvırcık saçları yine omuzlarına dökülüyordu. o zaman anladım ki teyzem uzaklarda da olsa bir yerlerde sevdiği şeyleri yapıyordu. sevdiği şeyleri yaptığı için de mutluydu. mutlu olmak, bazen yanına hiçbir şey almadan uzaklara gidebilmekti. aşina olduğun şeyleri bir çırpıda silebilmek, geriye dönüp baktığında sildiğin şeyler için pişman olmamaktı. koşarak eve girdim. masanın üzerinde onu gördüm. onu, Çiçek’in gelip okumasını bekleyen orhan veli’yi. ve bir karar aldım, Çiçek gelip okuyana kadar onu saklayacaktım. heyecanla, sabırla ve belki de uzun yıllar boyunca onu bekleyecektim, ama her gece onun sesinden orhan veli’yi dinleyerek. “hele martılar, hele martılar, her bir tüylerinde ayrı telaş!..”

0 yorum: